Atatürk'ün Kadın Hakları Üzerine Görüşleri ve Günümüzde Kadın Hakları : 1923 Yılının Ocak ayında Atatürk şöyle diyordu: "...şuna inanmak gerekir ki, yeryüzünde gördüğünüz her şey kadınlarca yapılmıştır... Bir toplum, onu oluşturanlardan yalnız birinin ihtiyaçlarının kazanılması ile yetinirse, o topluluk yarıdan çok güçsüzlük içinde kalır. Bir ulus ilerlemek ve uygarlaşmak isterse, özellikle bu noktayı temel olarak benimsemek zorundadır. Kadınlarımız da bilgin olacak ve erkeklerin geçtiği bütün öğrenim derecelerinden geçeceklerdir.
Sonra kadınlar, toplumsal hayatta erkeklerle birlikte yürüyerek birbirlerinin yardımcısı ve destekçisi olacaklardır..."
Cumhuriyetin kurulmasıyla kısa bir zaman önce, gerek I. Dünya Savaşı'nın, gerekse Kurtuluş Savaşı'nın yaraları bile kapanmadan Atatürk tarafından ortaya atılan bu görüşleri, tarih o güne kadar hiç bir başkomutan ve devlet adamı ağzından duymamıştı.
Atatürk'ün dediklerinde ne denli içten olduğu ise, çok kısa zamanda anlaşılacaktı. 1924 yılında kabul edilen Tevhidi Tedrisat kanunu ile, iki cinsin eşit öğretim imkanlarından yararlanabilme hakkı, mesela Almanya'da 1908 yılında, Çin'de 1923'lerde ve Mısır'da 1929'larda sağlanabilmiştir ve bu üç ilginç ülkede de bu hak, uzun kad
ın mücadelesini getirmiştir.
Atatürk, aradan iki yıl geçmeden, Türk Medeni Kanunu'nu Meclisten geçirdi. Bu, Atatürk ve arkadaşları için kanun önünde erkek ve kadınları eşit kılmak yolunda çoktan verilmiş bir sözün gerçekleştirilmesi idi. Fakat bunu daha ötesinde, bu simge ile Türkiye bütün dünyaya "çağdaş medeniyet düzeyine" ulaşmış olduğunu kanıtlamak istiyordu.
4 Ekim 1926 tarihli Türk Medeni Kanunu ile Türk kadınına sağlanan haklar, bir önceki asır Avrupa’sında olduğu gibi kadınlarca, bir mücadele sonunda kazanılmış değildir. Bu haklar, bir dehanın ve onunla işbirliği eden aydınların sayesinde ve dünya tarihinde ilk ez istenmeden, hata istenmesi akıl bile edilemeden kadınlara verilmiştir.
Daha 1923 yılında Konya'da kadınlarla yaptığı bir konuşmada Atatürk şöyle diyordu: "Dünyanın hiç bir yerinde, hiç bir memleketinde, Anadolu köylü kadınının üstünde kadın çalışmasından söz etmek imkanı yoktur ve dünyada hiç bir milletin kadını - ben Anadolu kadınlarından daha çok çalıştım, milletimi kurtuluş ve zafere götürmek için Anadolu kadını kadar hizmet gösterdim - diyemez... Erkeklerimizin teşkil ettiği ordunun hayat kaynaklarını kadınlarımız işlemiştir. Memleketlerimizin varlık sebeplerini hazırlayan kadınlarımız olmuş ve olmaktadır..." Bu inancın ürünüdür ki Türk kadını çok kısa bir zaman sonra çalışma alanlarının her dalında başarı ile görev yapabilme durumuna gelmiştir.
Amerika Birleşik Devletleri'nde 1787'de seçimine katılma hakkını sağlayabilmek için mücadeleye başlayan Amerikan kadını, ancak 1860'da ve sadece Wyoming Eyaletinde bu hakkı elde ederken, Atatürk 1925 yılında Kastamonu 'da yaptığı konuşmada şöyle diyordu; "... şüphe yok ilerleme adımları, iki cins tarafından, beraber arkadaşça atılmak ve ilerleme ve yenilikle birlikte, merhalelerde aşmakla mümkündür. Böyle olursa inkılap başarılı olur... Her halde daha cesur olmak lüzumu açıktır." Bundan beş yıl sonra da benimsetmeye çalıştığı fikirlerinin sonucu olarak belediye seçimlerinde kadına seçme ve seçilme hakkı, yasal olarak veriliyordu. Bu tür bir hak sunuluşuna hiç bir ülkede rastlamak imkanı yoktur.
Günümüzden 60 yıl önce 1925 yılında İnebolu'da Atatürk örtülen kadınlarla ilgili olarak şöyle demekteydi;"... onlar yüzlerini cihana göstersinler, ve gözleri ile cihanı, dikkatle görebilsinler. Bunda korkacak bir şey yoktur. Önemli olarak şunu ihtar edeyim ki, bu halin muhafazasında inat ve taassup, hepimizi en az kurbanlık koyun olmak istidadından kurtaramaz"
1933 yılında ilk kez belediye seçimlerinde oy verme ve alma hakkını kullanan kadınlar, belediye ve ihtiyar meclise seçilerek dünyaya kendilerini gösteriyor ve kendileri de dünyayı başka bir açıdan göstermeye başlıyorlardı. Oysa ki aynı yıl Hitler Almanya’sında kadın, "çocuk, kilise ve mutfak" alanlarına hasrediliyordu.
Bu ilk denemeden bir yıl sonra 1934 yılında, Teşkilatı Esasiye Kanunu'nun 10. maddesi; "22 yaşını bitiren kadın, erkek her Türk, milletvekili seçme hakkını haizdir" şeklinde, 11. maddesi de; "30 yaşını bitiren kadın, erkek her Türk, milletvekili seçilebilir" şeklinde değiştiriyordu.
Danimarka'da 1850'lerde başlayan ve 1915’de ilk kadın üyenin parlamentoya girmesi ile sonuçlanan 65 yıllık savaş ürünü seçim hakkı, Türkiye’de böylece, adeta karşıt gruplara karşı bir oldu-bitti ile yine Atanın önderliğinde gerçekleştiriliyordu.
1937 seçimleri, bu seçme ve seçilme hakkının verildiği ilk seçimdir, kadınlar 18 temsilci ile Meclise girebilmişlerdir. Bu, o günkü Meclis yüzdesine göre %4.5 demektir.
Sadece Türk kadının değil, tüm Türkleri ve hatta pek çok ülkenin insanlarını şaşkına çeviren hızlı değişimler, şüphesiz Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısını da kökünden sarsmakta idi,
Atatürk; bu konuda şöyle diyordu “... bugünün anaları için, gerekli vasıfları taşıyan evlat yetiştirmek, evlatlarını bugünkü hayat için faal bir organ haline koymak, pek çok yüksek niteliklerin sahibi olmaya bağlıdır. Bundan dolayı, kadınlarımız, hatta erkeklerden daha çok aydın, daha çok feyizli, daha fazla bilgili olamaya mecburdur. Eğer gerçekten milletin anası olmak istiyorlarsa, böyle olmalıdır”. Atatürk bu sözleri ile yeni bir nesil yapmak için, onun anasından işe başlamayı uygun buluyordu. Böylece de, hiçbir milletin kadınlık tarihinde görülmeyen kesin ve belirli bir bölümüyle Türk kadınının yaşamını “Cumhuriyet Öncesi” ve “Cumhuriyet Yılları” diye ikiye ayırıyor ve sosyal yapımızı da kökünden silkeleyebiliyordu.
Görülüyor ki on yıl gibi kısa bir zamanda, pek çok milletin asırlarca direnmesinden sonra sağlanan hakları, Türk kadınına değil, gerçekte kadın nesline karşı gösterilen yiğit ve en gerçekçi bir tutum olmuştur. Bilindiği gibi istiklal mücadelesi yapan ülkeler nasıl Atayı bir komutan, bir siyasi lider olarak benimsemişlerse, kadın hakları için uğraşı verenle de, Atamızı bir reformist olarak kabul etmek durumundadırlar. Çünkü hiçbir ülkede hiçbir lider, kadın hakları ile böylesine önsezili olmamış ve böylesine savaşmamıştır.
GÜNÜMÜZDE KADIN HAKLARI
Tarihsel gelişim içinde kadın-erkek eşitsizliği toplumsal yaşantının temel kurumlarından biri olma niteliğini günümüze kadar sürdürmüştür. Genel olarak kadın sorunu; toplumda kadı statüsü, eşit haklara sahip olması, eşit hakları kullanabilmesi ve bunların sonucu, kadının kişi olarak yeteneklerini geliştirmesi konularını kapsamaktadır.
Türk toplumunda kadın sorunu; tümüyle kadınlara tanınan yasal haklar yönünden incelenmiş ve bu hakları kullanılması açısından bölgesel ve eğitimsel farklılıklar araştırılmıştır. Oysa ki Türk toplumunda tek bir kadının sorunundan söz etmek mümkün değildir. Kırsal kesimdeki kadın, kentli kadın ve geçiş halindeki kadın, yasal haklardan yararlanma dereceleri bakımından farklı sorunlarla karşı karşıyadır. Bu nedenle Türk kadınını eğitiminde, hukukta, ailede, çalışma hayatında ve siyasette olmak üzere gruplayabilir ve inceleyebiliriz. Ancak ben burada Türk kadınını eğitiminde, hukukta, ailede, çalışma hayatında ve siyasette incelemeye çalışacağım.
Türk Kadını ve Eğitimi: Atatürk sosyal değişmede eğitimin oynayacağı role inandığı içindir ki, bu alana ayrı bir önem vermiş ve eğitim sorunlarına karşı çok canlı bir ilgi beslemiştir. Ülkemizde bilgi alanında erkeklerden hiç de aşağı kalmayan önemli sayıda yüksek öğrenimli kadın olmakla beraber bunların sayıları daima azınlıkta kalmıştır. Örneğin; İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde 1930-31 öğretim yılında 3 kız öğrenci varken 1970-71 yılında 2.030 kız öğrencinin bulunması, Cumhuriyet devrinin eğitim ilke ve anlayışına uygun düşmekte ise de, öğretim kurumlarında ilköğretim yüksek öğretime doğru bakıldığında kız öğrenci sayısının erkek öğrencilere oranla artan bir hızla azaldığını görmek mümkündür. Başkanlık Devlet İstatistik Enstitüsünün 1976 yıllığına göre 1970-71 ders yılında yüksek öğrenim kurumlarına kayıtlı 76.739 öğrenciden sadece 16.079’u kız öğrencidir.
1974-75 öğretim yılı ÜSS ile ilgili araştırmalarda sınava katılan öğrencilerden sadece %2.6’sını köy kökenli kızlar oluşturmaktadır. Oysa, köy kadınları toplam genel nüfusun %51’ini oluşturmaktadır. Ülkemizde çok önemli sayıda kadın okuma yazma bilmekte, 15 yaşın üzerindeki kadın nüfusun %4’ü alfabeyi tanımamaktadır. Bu durum, seçkinler zümresini oluşturan kadınlarla aynı kentlerin ve öncelikle köylerin ve hele Doğu Anadolu Bölgesi’nin okuma-yazma bilmeyen yada az eğitim görmüş kadınlar arasında derin bir dengesizlik doğurmuştur. Bunun nedeni olarak Atatürk devrimlerinin, bazen bilinçsiz, bazen ise bilinçli olarak tüm yurtta yaygınlaştırılmayışını göstermek herhalde hatalı olmaz.
Ailede Türk Kadını: Ülkemizde aile tipleri; -“ kırsal aile tipi ” ve -“ kentsel aile tipi ” olarak iki grupta toplanabilir.Kentsel aile tipide genellikle; -“ Geleneksel aile tipi “ -“ Geçiş halindeki aile tipi ” ve -“Çağdaş aile tipi ” olmak üzere üç’ e ayrılır. Bu, günümüz Türk ailesinin türdeş bir görünüm sunmaktan uzak olduğunu göstermektedir. Kırsal yörelerde ve hatta kırsal yörelerden kentlere yapılan göç sonucu oluşan gecekondu bölgelerinde yaşayan ailelerle çağdaş aileler, gerçekten iki değişik ve karşıt aile tipi oluşturmakta, geçiş halindeki aileler de çağdaş aile tipine doğru evrimleşmektedir.
Kırsal Aile: Kırsal aile tipinde kadın, kendisine ailesine, çocuklarına ve tarladaki günlük yaşantısına adamıştır. Yani bireysel olmayıp aileseldir. Burada kadın aile grubunca yutulmuştur ve aile dışında varlığı tüm dayanıklılığını yitirmektedir. Türk kadınının seçme ve seçilme hakkını kazandığının 50. Yılında Turkish Daily News karikatüristi şu tabloyu çizmektedir: Kahvede oturan erkekler, tarlada çalışan kadınlar, eşeğe binmiş bir adam ve yanında yayan karısı.Buna rağmen, yapılan bir anket sonucuna göre, bu kadınların çoğu yaşamlarından memnun.
Geleneksel Aile: Geleneksel aile tipinde erkeğin otoritesi altında yuva, güçlü biçimde yapısallaşmış, oturmuş bir hücre olarak ortaya çıkar. Bu aile tipine hemen her yerde rastlanırsa da özellikle kasabalarda çok yaygındır. Yönetim paylaşılmıştır. Erkek dış ilişkileri içeren işleri kendisine ayırmıştır; kadın ise, bütçenin sorumluluğuna sahip olmaksızın iç işlerin yürütülmesini sağlamakla yükümlüdür. Ortak karar alınması seyrektir. Aile reisi bazen karısını şu ya da bu sorundan bilgi sahibi edebilir; ya da onun görüşünü sorabilir, ancak illede bunu hesaba katacak demek değildir. Zaten onun bu otoritarizmi özgürce açıklanır, ayrıca karısında da, en küçük biçimde bile olsa, kocası ile eşit olmaya dönük hiçbir çaba ve sav yoktur.
Geçiş Halindeki Aile: Geçiş halindeki aile tipi, bir yandan ailenin evrimine tanıklık ederken, öte yandan da bu evrimin bir parçası olmaktadır. Hem de tutuculuğu aynı zamanda yaşamaktadır. Ancak ileri doğru gitmediği söylenemez. Bu aile tipi, çağdaş dünyaya geçmişe oranla daha çok dönüktür. O, eski dünya özlemlisi geleneksel aile tipinden farklı olarak kendini ortaya koyar. Buna karşılık, çağdaş olanın görüşlerine de tümüyle katılmaz ve geleneksel töre ve görenekler konusunda yalnızca olumsuz bir görüşü benimsemeyi red eder; çünkü onun gözünde bunlar belli değerlerin taşıyıcısıdırlar.
Geçiş halindeki erkek, karısının kişiliğine, tutucu erkeğe oranla daha çok saygı gösterir. Geleneksel aile yapısından belli bir kuruluş istencinin varlığına karşın üyelerin ruh yapıları henüz ataerkil rejimin kalıntılarını taşımaktadır. Nitekim feminizmin hak taleplerini benimsemekten uzak olan erkek, karısına ancak sınırlı bir özgürlük tanır. Ancak, ne kendisi ne de karısı görelide olsa eşitlik üzerine kurulu bir evlilik yaşamı için olgunlaşmamışlardır. Bununla birlikte evin yönetimi koca ve karı tarafından birlikte yerine getirilir. Hatta kadının aylık bir bütçesinin olması sık rastlanılan bir durumdur.
Çağdaş Aile: Çağdaş aile tipinde kadının kişiselleştirilmesi biçimi, her bireyinki gibi, artık yalnız ailesel değil, fakat aynı zamanda toplumsaldır. Bu ailede kadın kocası ile birlikte kurmuş olduğu aileye aittir, fakat o aynı zamanda da çalıştığı işyerine, öğretmenlik yaptığı okula, eylemlerine katıldığı siyasi partiye, üyesi olduğu derneğe de aittir. Böylece, çağdaş ailenin doğuşuna, kadın için yeni bir kişilik kazanma biçiminin ortaya çıkması denk gelmektedir. Bu yeni biçimin üzerinde kurulduğu değerler, yalnızca ailesinin hizmetinde kendini unutma değerleri değildir; fakat aynı zamanda, onu, aile hücresinden daha geniş bir çerçevede kişisel olarak kendi yazgısını yüklenmeye çağıran özgürlüğün değerleridir.
ÇALIŞMA ALANINDA KADININ DURUMU
Türk kadını günümüzde çalışma yaşamına büyük ölçüde katılmaktadır. Toplam çalışan nüfusun yaklaşık %40’ını kadınlar oluşturmaktadır. Ekonomik etkinliğin değişik kesimlerinde; tarım, sanayi,hizmet kesimlerinde ve Atatürk’ün Türk kadınına sağladığı prestij, otorite bilgi ve yüksek verimli mesleklerde kadının durumu farklılıklar göstermektedir.
Köyde Kadın: Örneğin R. Uğurel köyle ilgili olarak şöyle diyor;
“Köyde kadın erkekten daha çok çalışır. Erkek çoğunlukla yemek yemek, uyumak ve kahveye gitmekle yetinirken kadın evin ve tarımın işlerine koşar, giysiler için kumaş dokur. Tarlada ya da evde ürettiğini satmak için pazara gider. Başka hemen her yerde erkeğe düşen ayak işlerini köyde kadın yapar”
Köylü kadın, üretimsel çalışma ile bütünleşmiş olmasına karşın, genel olarak kocasının ortağı olmamaktadır. O daha çok işi başından aşkın, günlük görevlerine hapsedilmiş, en tekdüze işlerle kuşatılmış ücretsiz bir işçi görünümündedir.
“Kadın herşeyi, erkekler de kalanı yapar” diyen Türk atasözü, genel olarak günümüzde kırsal dünyada kadının durumunu aksettirmektedir. Böylece köy kadınının payına boyun eğme, bağımlılık ve ücretsiz iş düşmektedir. Bunların hiçbirinde gerçek bir gelişmenin ufukları yoktur.
Endüstride Kadın: Türkiye’de kadınların endüstriyel etkinlikler içinde yeri kısıtlıdır. Toplam kadın emeğinin yaklaşık %4-5’i sanayide çalışmaktadır. Bunların bir bölümü ücretli, bir bölümü kendi hesabına, bir bölümü de aile emekçileri olarak çalışmaktadır.
Kadın işçiler başlıca halı dokumacılığında, dokuma beslenme ve giyim sanayilerinde toplanmışlardır. Daha düşük ücretlerin ödendiği bu sanayi dallarında çalışan kadın işçilere, yasaların öngördüğünün tersine erkeklerden daha düşük ücret ödenmektedir.
Meslek Sahibi Kadınlar: Mesleksel gruplarda çalışanların tümünün yaklaşık %17’sini kadınlar oluşturmaktadır. Kadınların etkinliklerini yürüttüğü dallar; tıp ve tıpla ilgili meslekler,öğretmenlik, hukukçuluk, fizikçilik, kimyacılık, çevirmenlik, kütüphanecilik, meslekleri; toplumsal hizmetler, edebiyat ve sanata ilişkin alanlardır. Fakültelerimizde kürsü sahibi kadınlarımız, kadın yargıçlarımız, kamu yönetiminde çok yüksek görevler yerine getiren kadın yöneticilerimiz vardır. Şurasını belirtmeliyim ki, 1948’de Üniversitelerimizdeki kadın öğretim üyesi oranı bakımından UNESCO’ya konu ile ilgili bilgi veren ülkeler içinde ülkemiz %15’lik oranla ABD’nin ardından ikinci sırayı almıştır.
Türk kadını güzel sanatlarda çok önemli bir yer kazanmıştır. Pek çok kadın yazarlığı meslek olarak benimsemiş, yürütmüş,bilimin ve bilginin en değişik alanlarında ve dallarındaki çalışmalarının ve araştırmalarının sonuçlarını yayımlamıştır. Fakat kadınlar genelde amaçladıkları yere erkeklere göre daha fazla çaba göstererek gelebilmektedirler. Örneğin hala kadınlar kaymakam olamamaktadır. Bu konuda yayınlanan bir yorumda “Bir kadının bir düzine erkeğin başında olması, erkekler için tahammülü imkansız bir şey” deniliyor. Bir kadın eğer meslek hayatında avantajlı bir durumda ise, bunun aleyhine bir şekle dönüşmemesi için özellikle dikkat etmek zorundadır. Erkeklerin çoğu, çok başarılı kurumsal öğrenimlerine karşın kadın meslektaşlarının uygulamada başarı göstereceklerine kesinlikle inanmamaktadır. Oysa ki kadınların önemli bir bölümü kendilerini tüm kişilikleri ile mesleklerine adamaktadırlar. Bunların dışında kalanların durumu ise kocaların karılarının çalışması konusundaki olumsuz tavırlarından kaynaklanmaktadır. Onlara göre karılarının mesleksel etkinlikleri aile yaşamına zarar vermektedir. Bu durumda aile yaşamı ile iş yaşamı arasında gerilim doğurmaktadır.
Siyasette Kadın: Köylerden başlamak üzere, kadınların pek çoğu için siyasal yaşama ilgi ve katılım son derece azdır. Büyük bir çoğunlukla erkekler, politikanın kadınların işi olmadığı, siyasetin erkeklere ayrılmış bir özel alan olduğu fikrindedirler. Onlar kadınların siyasal yaşam için yeteneksiz olduklarına, bu konuda olgunluklarının eksik bulunduğuna inanmaktadırlar.
Kadınların siyaset hayatında etkin olmayışlarında – sayısız önyargıları nedeniyle esas olarak erkeklerden gelmekle birlikte – kadınların hala fazla yaygın olan kendi teslimiyetçi ve boyun eğitici tavırlarının da etkisi vardır.
Ancak üzülerek gözlüyoruz ki kadın milletvekillerinin sayısı ve yüzdesi Atatürk dönemindeki düzeye hiçbir zaman ulaşmamıştır. 1935’de kadın milletvekili sayısı 18, yüzdesi 4,5 iken 1950 ve 1961 dönemlerinde sayı 3’e oran ise %0,7’ye kadar düşmüştür. Kadınlara siyasal hakların tanınmasının 50. Yılında ise mecliste sadece 12 milletvekilinin bulunması Türk, kadınını siyasal haklarını etkin bir şekilde kullanmadığının bir delilidir.
SONUÇ
Bu incelemede saptadığımız;Türkiye’de kadın evreni bir bölgeden ötekine önemli ölçüde farklılık gösterir. Ne olursa olsun Türk kadınının kurtuluş öyküsü bitmemiştir, tamamlanmamıştır. Kadının iş hayatına girmesi, yasal ve siyasal eşitliğe kavuşması, tüm Türk kadınlarını sosyo-ekonomik konum açısından erkeklerle eşit kılmamıştır. Nitekim, iyi eğitim görmüş meslek kadınlarının dışında kalan kadınlar için bu eşitlik yalnızca özlemdir. Ne var ki iş ve eğitim olanaklarının arttırılması, değişecek olan ekonomik yapı, siyasal biçimlenme ve her şeyden önce engelleyici geleneksel değerlerden kurtulma, bu eşitliğe gidişi hızlandıracaktır. İşte o zaman tüm Türk kadınları, tüm haklarını gerçekten ve bilinçli olarak kullanabilecekler, Atatürk’ün kendileri için düşlediği ve onlara layık gördüğü konuma kavuşabileceklerdir. Unutmamak gerekir ki kadının toplumdaki saygınlığı, rolü ve yeri, toplumsal gelişmenin bir ölçüsüdür.
Gülcihan AĞAOĞLU
- Okuma Sayısı: Bu yazı 36513 defa okunmuştur.