Mustafa Kemal Hakiki Bir Türk Milliyetçisiydi: Ulusların yeryüzündeki konumları, ekonomik ve siyasi güçleri ne olursa olsun onur bakımın-dan birbirlerine üstünlükleri yoktur. Her insan kendi ulusunun onuruna duyduğu saygıyı diğer u-luslar için de göstermek zorundadır. Bu aynı zamanda insan olmanın gereğidir. Atatürk, kendi ulusunun onurunu her şeyin üzerinde tuttuğu gibi savaş meydanlarında savaştığı ulusların onuruna da gerekli saygıyı göstermesini her zaman bilmiştir. O, asırlarca ihmal edilmiş, cehalet ve yoksulluğa mahkum edilmiş bir ulusun evladı olmayı kompleks yapmamış, aksine “Ne Mutlu Türküm diyene” demek suretiyle övüncünü dile getirmiştir. Bu özdeyiş ırkçılığın değil, ulus sevgisinin ürünüdür. O’nun bu özdeyişi aynı zamanda, asırlarca bu milletin emeğiyle geçinip sonra da onu küçümseyenlerin suratlarında bir tokat olmuştur. Aşağıdaki anekdot bu anlayışa güzel bir örnektir.
Mustafa Kemal 5. Ordu’da Arap ırkından olan askerlere özel muamele yapıldığını ve Anadolu çocuklarından üstün tutulduklarını gördükçe üzülüyordu.
- Osmanlılığın telkin ettiği, bu aşağılık duygusundan ne zaman kurtulacağız? diyordu. Aynı ızdırabı ben de duyuyordum. Yafa’da Mustafa Kemal’in bölüğünde alaydan
yetişmiş, Makedonya Türklerinden yaşlı bir yüzbaşı vardı. Yüzbaşı Anadolu’lu kıt’a çavuşlarına kötü davranıyor yeni Arap erlere karşı ise gereğinden fazla tolerans gösteriyordu. Onların azarlanmasına, hırpalanmasına gönlü razı olmuyordu.
Mustafa Kemal, başından geçen bir olayı şöyle anlattı:
- Bir gün Makedonyalı yüzbaşı kıt’a çavuşlarından birini bölük komutanı odasına çağırdı. Müfit’le ben de orada idik. Çavuş sağlam yapılı ve yakışıklı bir Türk delikanlısı idi. Yüzbaşı, gencin onurunu kıracak şekilde azarlamaya başladı. Delikanlıdan çok mensup olduğu ırka hücum ediyordu:
- Sen, diyordu, nasıl olur da yüce Arap ırkına mensup peygamber efendimizin mübarek soyundan gelen bu çocuklara sert davranır, ağır sözler söylersin? Kendini iyi bil, sen onların ayağına su bile dökemezsin...
Gibi gittikçe manasızlaşan sözlerle hakaret ediyordu. Sesi yükseldikçe yükseliyordu. Çavuşun yüzündeki ifadeye baktım. Önce bir babaya duyulan saygının samimiyeti okunan çizgiler sertleşmeye, içten gelen bir isyanın ateşleri gözlerinden okunmaya başladı, fakat gerçek itaatin sembolü olan Türk askeri gibi iç duygularını gemlemeye çalıştı. Göz pınarlarından tanelenen yaşlar yanaklarından döküldü.
Dayanamadım.
- Yüzbaşı efendi susunuz!
Diye bağırdım, birden şaşırdı, sözlerinin bizden onay görmesini beklediği anlaşılıyordu.
- Yoksa fena bir şey mi söyledim? dedi, ben de,
- Evet, çok fena hakaret ettiniz, buna hakkınız yok, bu erlerin bağlı bulunduğu Arap kavmi bir çok bakımdan yüce olabilir, fakat senin de benim de, Müfit’in de ve çavuşun da mensup olduğumuz ırkın da büyük ve asil bir millet olduğu, asla inkar edilemez bir gerçektir.
Yüzbaşı başını önüne eğdi, utanmıştı.
Yıllar sonra, bir gün Ankara’da beni de şahit göstererek anlattığı bu gerçek olay karşısında görüşü şu idi:
“Bu ve buna benzer olaylar, Türk aydınlarının kendi kendisini bilmemesinden ve başka milletlerde şu veya bu sebeple üstünlük olduğunu sanarak, kendini onlardan aşağı görmesinden doğmaktadır. Bu yanlış görüşe son vermek için Türklüğümüzü bütün asaleti ve tarihi ile tanımak ve tanıtmak şarttır.”
Mustafa Kemal’in, Türk Tarih Kurumu’nu kurmasının en büyük nedeni bu asil düşüncede aranmalıdır. Atatürk, Türk Milleti’nin asaletine, büyüklüğüne bütün Türklerin inanmasını ve bunu iftiharla savunmasını hayatı boyunca amaç edinmiştir, milletine:
“Ne mutlu Türküm diyene”
hitabıyla seslendiği zaman, buna varlığı ve içtenliği ile inanmıştı:
Kaynak: Ali Fuat CEBESOY, Sınıf Arkadaşım Atatürk
- Okuma Sayısı: Bu yazı 10126 defa okunmuştur.